Ahmet Cemalettin Çinkılıç

Büyük dedem olan ve Sakarya Marşı gibi bilinen pek çok marşın bestecisi olan Ahmet Cemalettin Çinkılıç’ın hayat hikayesi, annem tarafından kaleme alındı ve Alpaslan Çinkılıç tarafından desteklendi. Ufak tefek değişikliklerle paylaşıyorum.

acc
Ahmet Cemalettin Çinkılıç

Çocukluk yılları

Ahmet Cemalettin Çinkılıç, tahminen 1889 doğumludur. Girit’in Hanya bölgesinden, Hacı Spata (Kılıç) ile Zeynep Hanım’ın oğludur. Başka kardeşi olup olmadığı bilinmiyor.

Çocukluğuna ait hatırladığı en net tablo; yemyeşil, geniş zeytinlikleri ve babasının kocaman değirmen taşlarıyla ezdiği zeytinlerden akan taze zeytinyağını bir kepçeye doldurarak ona içirdiği idi.

1896 yılından itibaren Rumlar’ın Giritli Müslümanlar’a karşı giriştikleri katliamlar, mal ve mülklerine karşı yapılan yağma ve tecavüzler, tüm komşuları gibi, A.Cemalettin ve ailesini de köylerini ve mallarını terk ederek kıyılardaki büyük şehirlere sığınmaya mecbur eder. Şehirlere sığınanlar geride tüm mal varlıklarıyla birlikte hayvanlarını ve zeytinyağı gibi çok değerli ürünlerini de bırakırlar. Bu arada, Hacı Spata’nın da Yunanlılar’a karşı direniş sırasında öldüğü anlaşılıyor.

Osmanlı Hükümeti, çaresiz ve sefalet içerisinde kalan Giritli Türkler’e yardım için, okul çağındaki çocukları parasız yatılı okullara gönderme kararı alır. Babasız kalan A.Cemalettin’i yokluk ve Yunanlıların zulmünden kurtarmak isteyen annesi, o zamanlar “Hidiv Valiliği” adı ile tanınan Mısır’a giden çocuklarla birlikte oğlunu da gönderir. O sıralar A.Cemalettin 7 yaşlarındadır. Ama küçücük yüreğinde, babasını öldüren, onun ailesinden, yurdundan ayrılmasına neden olan Yunanlılar’a karşı büyük bir kin beslemektedir. O kin, ölene kadar içinden çıkmamıştır.

Müzik ile tanışması

Mısır’daki eğitimi sırasında; hafızlık gibi zorunlu derslerin akabinde müziğe karşı olan büyük yeteneği açığa çıkan A.Cemalettin, Hidiv’in bando okulunda eğitim görür ve mezun olduğunda Hidiv Abbas Hilmi Paşa’nın saray bandosuna maaşlı olarak katılır. Tüm enstrümanları gayet iyi çalsa da; üflemeli sazlar, özellikle de trompet / kornet çalmakta ustadır.

Hidiv’in sarayında, hiçbir masraf yapmadan, konforlu bir hayat sürer ve aldığı maaş, olduğu gibi cebinde kalır. Bando mensupları olarak tüm işleri, her gün belli bir süre prova yapmak ve önemli günlerde konser vermektir. Yani ekmek elden, su gölden bir hayat sürer.

Saraydaki yaşamıyla ilgili olarak anlattığı küçük bir anekdot şöyleydi: Hidiv Abbas Hilmi Paşa’nın çok sevdiği bir papağanı vardır. Bando elemanları prova yaparken, papağan da sürekli bir köşede onları dinler. Hatta bir süre sonra da “Hidiv Marşı”nı ıslıkla çalmayı öğrenir. Ne zaman Hidiv Abbas Hilmi Paşa salona girse, papağan ıslıkla hidiv marşını çalmaya başlar. Hidiv de bundan çok mutlu olur. Fakat papağan bu! Bando elemanları da 20-22 yaşında delikanlılar. Prova aralarında başlarlar papağana küfür öğretmeye. Hayvanın yanında sürekli “El ana buki” (Ananın…) diye tekrar ederler. Ve bir gün , Hidiv salona girdiğinde, papağan ıslıkla Hidiv marşı çalmak yerine “El Ana buki” diye bağırır! Hidiv olduğu yerde donar ve yaverine “Götürün bu pis hayvanı, bir daha gözüm görmesin!” der. O günden sonra, papağan sadece prova salonunda kalır.

A.Cemalettin, Hidiv’in sarayında Arapça’nın 7 lehçesini, ayrıca İngilizce, Almanca ve İtalyanca öğrenir. Vatanında öğrendiği Rumca ve ana dili Türkçe ile birlikte, 6 dil konuşur. Daha sonra İstanbul’da evlendiği, Yahudi kökenli Öjeni hanım (evlenmeden önce Müslüman olmuş ve Nimet adını almıştır) ailesiyle Yahudice konuştuğu için, kendinden gizli şeyler konuşamasın diye o dili de öğrenmiş ve bildiği diller 7’ye çıkmıştır. Yani müzik yeteneğinin yanı sıra müthiş bir dil yeteneğine de sahipti.

Savaşa katılması

1911 yılı geldiğinde A.Cemalettin 22 yaşındadır. Bu arada İtalyanlar Osmanlı Devleti’ne savaş ilan eder ve Trablusgarp savaşı başlar. Osmanlı Yönetimi, Trablusgarp’a kuvvet ve cephane gönderecek durumda değildir. Enver Paşa liderliğinde bir gerilla harekatı başlatılacağını duyan A.Cemalettin, o güne kadar biriktirdiği bir büyük çanta dolusu (ebe çantası gibi diye tarif ederdi) Mısır lirasını alarak saray bandosundan istifa eder ve o parayla kendi komutasında , Bedeviler’den bir gönüllü birliği toplar (daha sonra anılarını anlatırken “O parayla o yıllarda İstanbul İstiklal Caddesi üzerinde Galatasaray’dan Taksim’e kadar yer alan binaların tamamını satın alabilirdim” derdi). Topladığı gönüllülerle birlikte Enver Paşa’ya gider ve “Paşam, askerlerimle birlikte emrinizdeyim”der. Vatanseverliği, düşmana duyduğu kin, çetecilik ve savaşçılık ruhunu ateşlemiştir.

Enver Paşa ile birlikte; Tobruk, Derne, Bingazi çöllerinde savaşır. Askerler aç ve susuzdur. Su bulamadıkları zaman, deve kesip, devenin hörgücündeki suyu içtikleri çok olmuştur. İtalyanların erzak depolarını basıp, asker için erzak çalarlar. Gece karanlığında görünmemek için çırılçıplak soyunup, baskınlarını öyle yaparlar. O baskınlar sırasında kaç İtalyan öldürdüğünü kendisi de bilmezdi. Yakaladıkları İtalyan’ları ensesinden kesip, sonra da yaktıklarını anlatırdı. “İnsan öldürmenin en kolay yolu, ensesinden kesmektir” derdi. İtalyanlar kendisini gıyabında 7 kez idama mahkum eder, ama onu yakalayamazlar.

Hidiv Sarayı’nın bando sanatçısı, ince ruhlu müzik adamı, amansız bir çete reisi olup çıkmıştır.

Bu arada Enver Paşa’yı çok severdi. Hatta bir gün çadırda sohbet ederlerken, Paşa “Beni gerçekten sever misin Giritli?” diye sorar. O da “çok severim Paşam” der. Paşa “Nereden anlayacağım sevdiğini” diye sorunca A.Cemalettin : “Bir oğlum olursa, adını Enver koyacağım” diye cevap verir. Bu söz üzerine Enver Paşa, “Ohooo, sen bu deli kafayla, bu savaştan sağ çıkacaksın, evleneceksin, oğlun olacak ve adını Enver koyacaksın, öyle mi? Hadi canım sen de” diye güler. Ama aradan yıllar geçer, A.Cemalettin İstanbul’da evlenir, bir oğlu olur ve adını Enver koyar. O sıralar Enver Paşa, Harbiye Nazırı (Genel Kurmay Başkanı) dır. Enver’i alıp, paşa’nın makamına gider. “İşte Paşam” der. “Oğlum Enver!” Paşa çok duygulanır ve bebeğe bir beşi bir yerde takar. Ama A.Cemalettin bir daha Paşa’ya görünmez. O siyaset için değil, vatanı için savaşmıştır. Savaş bittikten sonra da hiçbir makam, maaş veya madalya istememiştir. Ölene kadar sürdüğü mütevazı yaşamını sadece müzik ile kazanır. Savaşçı ruhunu ise 75 yaşına kadar sürdürdüğü av tutkusu ile tatmin eder.

Evliliği

Ahmet Cemalettin İstanbul’a döndükten sonra , o zamanın eğlence merkezi olan Direklerarası’nda müzisyen olarak çalışmaya başlar. Zayıf, uzun boylu, derin bakışlı masmavi gözleri olan yakışıklı bir delikanlıdır. Zamanın ünlü kantocularının çoğu kendisine aşıktır. Hatta bir tanesi birlikte yaşamayı teklif eder, ama o sarayda geçen yıllarında lükse doymuştur ve kabul etmez. Bir gece, tiyatro seyircileri arasında gördüğü bir kıza tutulur. Kız, orkestra arkadaşı Nazmi Bey’in mahallesinden Öjeni isimli bir Yahudi kızıdır. Nazmi ile kıza haber yollar ve Müslüman olursa, kendisiyle evlenmek istediğini söyler. Öjeni kabul eder. Birlikte Şeyhülislam’a giderler, Öjeni Müslüman olur ve Nimet adını alır.

A.Cemalettin Bey evlendikten sonra, Direklerarası’ndan ayrılır ve halk evlerinde müzik öğretmenliğine başlar. Bu arada, devletin mübadele göçmenlerine tahsis ettiği evlerden biri de Mersin’de kendisine verilir. Bu geniş bahçeli, üç katlı kocaman bir evdir. Mersin’deki hayatları çok rahattır. Ancak Nimet Hanım sürekli İstanbul’daki ailesini özler. Bir süre sonra, Mersin’deki evi olduğu gibi kapatarak İstanbul’a döner ve Fatih’e yerleşirler (devlet bu evleri şahsen kullanma ve satmama koşuluyla verdiği için, bu haktan vazgeçmiş olurlar).

Nimet Hanım
Nimet (Öjeni) Hanım

A.Cemalettin Bey, bundan sonraki hayatını çoğunlukla ailesinden ayrı geçirir. Nimet Hanım çocuklarıyla İstanbul’da kalır, A. Cemalettin ise tayin olduğu Eskişehir, İzmir, Ayvalık gibi şehirlerdeki halk evlerinde çalışır, yörenin zengin ailelerinin çocuklarına özel müzik dersleri verir.

Ayvalık’ta okul bandosunun önünde yürürken

Anlatılanlara göre; A. Cemalettin’in uzakta çalışmayı tercih etmesinin sebeplerinden biri de evde sürekli misafir ve tantana olmasıdır. A. Cemalettin ise sessizliğe ve yalnızlığa önem veren bir karaktere sahipti.

Soyadı kanunu çıktığı zaman, Çinkılıç soyadını alır. Yalın kılıç anlamına gelen bu soyadı, hem kendisinin savaşçı ruhunu temsil etmekte, hem de babası Hacı Spata’dan (kılıç) tan bir iz taşımaktadır. Daha sonra mübadele ile Türkiye’ye gelen , bir kısmı İzmir’e bir kısmı Tarsus’a yerleşen akrabaları da, yine Hacı Spata’dan esinlenerek, Atakılıç soyadını almıştır.

Çocukları

Bu tabloda; evin büyük oğlu olan Enver’in omuzlarında, çocuk yaştan itibaren ev geçimine destek sağlama yükümlülüğü binmiş olur. 5 yaşında tütün satmaya başlayan Enver, bu işi 6 yıl boyunca sürdürür ve büyüdüğünde tütün kutusunun sürtündüğü bacak bölgesinde kıl çıkmaz. Kazandığı parayla zaman zaman babasına da yardımcı olur. 11 yaşında okula ancak başlayabilir. Çok zeki olan Enver, burslu & yatılı okuyacak ve ileride yüksek okul bitirebilen tek kardeş olacaktı.

A. Cemalettin’e dönersek; Nimet Hanım’la evliliğinden toplamda dokuz çocuğu olur. Bunlardan sadece dört oğlan ve bir kız yaşar. Oğullarından Nejat, ortadan kaybolmuş halde iken bir gün yeğeni Füsun’u arar ve 8 gün sonra öleceğini söyleyip telefonu kapatır. Gerçekten de birkaç gün sonra ölü bulunur. Bu olay gizemini korumaktadır.

Annesiyle kavuşması

A.Cemalettin, annesini yıllar sonra İzmir’de bulur. Girit’ten gelen muhacirlerin izlerini sürdüğünde, araştırmaları onu İzmir’e götürür. Amcasının kızı ve oğulları İzmir’dedir ve annesi de onların yanındadır. Zeynep Hanım çok yaşlanmıştır ve gözleri de iyi görmemektedir.

İlk karşılaştıklarında, A.Cemalettin ona kim olduğunu söylemez. Sadece Rumca sohbet ederler. “Çocukların var mı ana?” diye sorduğunda Zeynep Hanım, “Bir Ahmet’im vardı, ama onu Mısır’a gönderdikten sonra izini kaybettim” der. A.Cemalettin “Peki şimdi görsen tanır mısın?” der. Gözleri ıslanan kadın “Tanırım, şakağında kocaman bir beni vardı” diye cevap verir. Gerçekten de A.Cemalettin’in sağ şakağında kahve çekirdeği büyüklüğünde bir beni vardır. A.Cemalettin “Bak bakalım ana, buna benziyor muydu?” diye şakağını gösterince, yaşlı kadın “Ahmedakimu! Oğlum!” diye boynuna sarılır .

Sonraki yıllarda, Giritli akrabalarıyla iletişimini bir süre sürdürse de, annesi öldükten sonra onlarla da irtibatı kesilir.

Maneviyatı

A.Cemalettin’in kişisel ve ruhsal özelliklerine bakıldığında, bu yönlerden de farklı bir insan olduğunu görüyoruz.

Birincisi, bilinen anlamda bir “Müslüman” değildi. Kuran’ı ezbere bilirse de; camiye gittiğini, namaz kıldığını, ya da oruç tuttuğunu kimse görmemiştir. Onun dindarlığı Allah’la kendi arasındaydı. Örneğin “Vallahi” kelimesini hemen hemen hiç kullanmaz, bu kelimenin “Allah adına ” anlamına gelen çok büyük bir yemin olduğunu söylerdi.

Ruhsal alemle de tuhaf sayılabilecek bir bağı vardı. Evliyalar kendisine görünür, hatta onunla şakalaştıkları bile olurdu. Örneğin, İzmir’deki evinde bir kış günü bahçe tuvaletindeyken kafasına karpuz kabukları atılmıştı. Bunun nedeni de, gece göğsüne oturan bir evliyayı küfürle kovması idi. Aynı evde, gece yarısı işten döndüğünde arkasından demir çubukla sürgülenmiş bahçe kapısını omuzlayıp yumruklayarak açamamış, tam vaz geçip gidecekken, kapı gıcırdayarak kendiliğinden açılmıştı. Bu olayı da aynı evliyanın kendisine yaptığı bir şaka olarak anlatırdı. (O olayda, Nimet Hanım bahçe kapısının yumruklandığını ve A. Cemalettin’in içeri giremediğini evin penceresinden gördüğü halde, korktuğu için dışarı çıkıp kapıyı açamadığını söylerdi.)

Tarzı

Her zaman bakımlı ve temiz giyimliydi. Her sabah mutlaka traş olur, yelekli takım elbise, gömlek giyer, kravat takardı. Sokağa çıkarken mevsime göre hasır şapka veya fötr şapka giyerdi. Ölene kadar hep böyle giyindi.

El becerisi müthiş gelişmişti. Özellikle ahşap işleri ve tahta oymacılığı hobisiydi. Yaşlandığında, evdeki aletleriyle gelinlerine ahşap dikiş kutuları, örgü şişleri, çorap örme yumurtaları yapıp hediye ederdi.

Uzun yaşamı

Çok sağlıklı bir bünyesi vardı. 98 yaşına kadar, kazalar dışında hiçbir sağlık sorunu olmadan yaşamıştı. Tabii bunun en önemli nedeni, beslenme tarzıydı. Et sevmez, daha çok sebze yerdi. Yemeklerini mutlaka zeytinyağıyla pişirir hatta sabahları bile aç karnına zeytinyağı içerdi. Fırsat buldukça ot toplamaya çıkar, kimsenin tanımadığı otları bulur, onlardan çok lezzetli yemekler yapardı. Çok iyi bir avcıydı. Anadolu’da yaşadığı yıllarda düzenli olarak bıldırcın ve keklik avına çıkardı. Hatta beslediği av köpeği, akşam yaptığı hazırlıklardan ertesi gün ava çıkacaklarını anlar; sabah güneş doğmadan, A.Cemalettin’den önce avcılar kahvesine gider ve onu orada beklerdi.

Her şeyin canlı yenmesi gerektiğini söylerdi. Meyve ve sebzeyi taze yemesinin yanı sıra, limanlarda gemi kaldırılınca altından çıkan midye ve karidesleri de satın alıp cebine doldurur ve canlı canlı yerdi.

Koyu bir sigara tiryakisiydi. Gece bile uykusundan sigara içmek için kalkar, sonra tekrar uyurdu. Rakı içmeyi sever, ama sarhoş olmazdı. Bulmaca çözmeyi çok sever, geniş kelime bilgisiyle en zor çapraz bulmacaları bile çabucak çözerdi. Ellerinin iyice titremeye başladığı yaşlılık yıllarında bile, sağ elinde tuttuğu kalemi sol eliyle de destekleyerek bulmaca çözmeyi sürdürmüştü.

75 yaşındayken bir kaza sonucu kalçası kırılmış, doktorların kalça kemiğine ameliyatla çivi çakacağını duyduğunda, gece alçısını keserek hastaneden kaçmıştı. Daha sonra kalçası kendiliğinden kaynamış ve geriye hiçbir sakatlığı kalmamıştı. Elleri çok muntazam ama çok güçlüydü. Bir demir lirayı üç parmağı arasında (işaret, orta ve baş parmaklarıyla) sıkıştırıp bükebilirdi.

Kendince uyguladığı tedavi yöntemleri vardı. Örneğin yanık üzerine taze yumurta sarısıyla saf zeytinyağını karıştırıp mayonez kıvamında bir merhem yaparak sürer, yanık hiç iz bırakmadan iyileşirdi. . İltihaplı çıbanların ya da fistüllerin (kıl dönmesi) üzerine, saf zeytinyağı ve günlük yumurta sarısı ile birlikte tunç havanda dövdüğü kuru inciri bağlar, çıban ertesi gün patlayıp boşalır ve hiç yara izi bırakmadan iyileşirdi. Bir yerini kestiğinde, üzerine mobilya cilası sürer, kanı hemen durdururdu. Bugünkü antiseptik yara spreylerinin de yara üzerinde bir film oluşturarak kanamayı durdurduğu düşünülürse, bu cila uygulamasının ne kadar mantıklı olduğu anlaşılıyor.

Eserleri

Müziği hayatının sonuna kadar hiç bırakmadı. Ruhundaki coşkulu savaşçı hiç ölmediğinden olsa gerek, sürekli marş bestelerdi. Enstrümanı olmadığı yıllarda bile, bestelerini kafasından yapıp sonra notaya dökerdi.

İstiklal Marşı için açılan beste yarışmasına katılan ünlü bestecilerden biri de A.Cemalettin idi. Yarışmada seçilen besteyi hep eleştirir, milli marşın her kesimden halkın kolayca söyleyebileceği türde bir beste olması gerektiğini söylerdi. Ona göre, güftenin prozodisi de hatalıydı. Kendi bestesinin zeybek havası tarzında olduğunu, çok sıcak ve akılda kalıcı bir melodi yarattığını anlatırdı.

Yarışmaya katıldığı bestesini https://www.youtube.com/watch?v=khbiooo67RQ adresinde dinleyebilirsiniz.

Bilinen ve çok sevilen bir bestesi de Sakarya Marşı’dır. “Selam sana ey şan dolu sancağım, Sakarya’da kurtuldu şan ocağım” diye başlayan marşı Sakarya meydan savaşının hemen ardından bestelemişti. Marş, İstanbul Şehzadebaşı’ndaki bir müzikholde ilk kez çalındığı akşam, halk besteyi büyük bir coşkuyla karşılamış ve orkestradan tekrar tekrar çalınmasını istemişti.

Marş bu şekilde ağızdan ağıza yayılır ve bir akşam tiyatrodan çıkan halk , hep bir ağızdan Sakarya Marşını söyleyerek yürüyüşe geçince, İstanbul’daki İngiliz İşgal Kuvvetleri’nin komutanı A.Cemalettin’in merkeze getirilmesini ister.

Komutan , huzuruna getirilen A.Cemalettin’e “Nedir bu böyle, Kamal ! Kamal! Kamal!” diye öfkeyle sorunca, A.Cemalettin ” Efendim, birkaç hafta önce bir oğlum oldu, adı Kemal. Benim de adım Cemal. “Allahıma emanettir Kemal’im , Dünyalara bedeldir mah Cemalin” dizelerini bu yüzden besteledim” der. Gerçekten de, ortanca oğlu Kemal o tarihte doğmuştur ve adını da Mustafa Kemal koymuştur. Komutan bu açıklamaya karşı hiçbir şey yapamaz ve o güzel marş halkın gönlünde ve dilinde günümüze kadar gelir.

Yaşlılık yıllarında da marş bestelemeyi sürdürdü. Bestelediği marşları Fatih’teki İtfaiye Bandosu’na götürürdü. Orada gördüğü saygı ve ilgi çok hoşuna gider, bestelerini bandonun çaldığını izlemekten büyük keyif alırdı. Hiçbir eserinden telif ücreti kazanmamıştı, zaten beklememişti de. Müziğini başkalarıyla paylaşmak, onu mutlu etmeye yeterdi.

“Gençlik Marşı” eserinin notaları

Vefatı

Eşi öldükten sonra tek gözlü bir evde yalnız yaşadı. Zaman zaman çocuklarını ziyarete gider, bir iki gece kalır, sonra tekrar evine dönerdi. Ender de olsa , grip olduğunda bile , uzun bir çubuğun ucuna bağladığı pamukla sırtına kendi kendine tentürdiyot sürer, halinden hiç şikayet etmezdi.

Öldüğü gün, ortanca oğlu Kemal’in evinde misafirdi. Gece yattı ve sabah uyanmadı. Sessizce, 98 yaşındayken çekip gitti bu dünyadan. Geriye sadece besteleri kaldı.

Advertisement

Posted

in

,

by

Tags:

Comments

2 responses to “Ahmet Cemalettin Çinkılıç”

  1. […] Ahmet Cemalettin Çinkılıç […]

  2. […] Ahmet Cemalettin Çinkılıç hakkındaki yazım üzerinden beni buldu ve geçen seneki Türkiye ziyaretinde kendisiyle tanıştık. […]

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s